Divrigi Haber
 
  Ana Sayfa33
  yyyy
  mukadderhoca
  ANA SAYFA3
  Haber2
  sontasarimyedek
  yeni tasarım
  bal
  ILCE'DEKI KURUMLAR
  Danaci
  RESIMLER
  DIVRIGI TARIH YAPISI
  DIVRIGIDE MADEN
  DIVRIGI RESIMLERI
  DIVRIGI ULU CAMII
  DIVRIGI KULTURU
  KONAKLAMA YERLERI
  YEME ICME
  YEMEK TARIFI
  DIVRIGI YEMEKLERI
  MAHALLE VE KOY MUHTRLARI
  2008 NUFUSU
  VEFAT&HASTA HABERI
  DIVRIGI ACIL TELEFONLARI
  DIVRIGI SPOR YONETICILERI
  D.C.DIVRIGI SPOR
  D.C. DIVRGI SPOR FUTBOLCULARI
  D.C. DIVRIGI SPOR PUAN DURUMU
  Forum
  iletisim
  defter
  SITE ICI CHAT
  KISIYE OZEL
  OYUN
  SOHBET DIYARI
  RESIM GALERISI
  kaymakam
  berat kandili
  müftü
  asfalt
  yeni Stıl
  eee
  haber yedek
  BUST
  yol
  yol1
  muftu1
  kanalızasyon
  otel
  spor1
  muftu2
  stıl
  döviz
  ramazan
  anamenu yedegı
  gri
  SATILIK EV
  SATILIK OTO
  SATILIK ARSA
  KIRALIK EV
  KOYLER
  SATILIK ESYA
  kazası
  su
  Yeni haber
  kale
  Yemek
  hadis
  puf
  4eylul
  Teravih
  hosgoru
  yeni css tasarım
  4eylulslayt
  koylerimiz
  11
  12
  YY
  Yeni Sablon
  eskitasarim
  DUYURU6666
  MUZIK
  hhh
  ANA SAYFA
  yul
  hurdogan
  haber gonder
  protokol1
  haberas
  rahmi
  liste
  HUHJ
  soru
  Ana Sayfa44
  Ana Sayfa225333
  oooooo
  divrigi1
  555
  haber1
  haber77
  uuu
  pop
  jjjj
  haber17
  haber18
  8888
  SAYAC
  yemek1
  haber22
  egitim
  baslik
  bahar
  canakkale
  gunes
  belgeselim
  belgeselllll
  nnn
  LOLO
  cincik
  sydv
  ressim
  anket
  gok
  odp
  anasayfa
  gununyazisi
  mermer
  salim
  mustafa
  22
  kurum
  oyakk
  devam
  calisma
gununyazisi

Divrigi-haber.tr.gg

Gelde Düşünme

 Hafıza, unutmamak için vardır. Unutmadığı zaman, gerçeği ve doğruyu işaret eder. İster fert bazında olsun, ister toplumsal hafıza olsun, bu durum, zaman içinde gerçekliğini hiç kaybetmemiştir.

Ama ne acıdır ki; kaybedilmiş bir kimlik, geri alınma şansına sahip değildir. Tükendiği bir deryanın içinde kendine ait damlaları bulması ya da onları birleştirmesi mümkün değildir. Artık, başka bir kimliğin parçası olmuştur.

İnsanda örneklenen toplum, toplumda örneklenen devlet ve her defasında bir yenisini yaşatmaya çalıştığı devletin yalanlarla üstü örtülen suni gündemlerle içi boşaltılmış kavram ve sloganlarla engellenen ve unutturulan gerçeklerin sürüklediği erozyon hali gibi hızla tükenişe giden bir çözülme… Kendi yaşamındaki gerçeklerinin üstünü zavallı karanlıklarla örten insanların oluşturduğu toplum ve o toplumun genel değerlerindeki hızlı yozlaşması…

Bu gün, beyinlere yerleştirilmiş geçmişte; 16 devlet kurma kavramıyla övünen bu topluma ait fertler, bir başka açıdan bu güne gelinceye kadar, 16 ayrı devleti de nasıl ve neden yıktıklarını düşünebilseydi ya da düşünmeye gerek görseydi fark ne olurdu? Fark: Hiç yıkılmayacak sanılan Osmanlı döneminde ifade edilen “Devlet-i Ebed Müddet” kavramının, devlet için ne olduğu ortaya çıkardı.

Devlet-i ebed müddet. İşte sonsuzluğun tarifi: “Benden eğerimi isteyin vereyim, atımı isteyin vereyim, çadırımı isteyin vereyim, fakat vatanımdan hiç kimse bir karış toprak istemesin vermem” diyen Büyük Hun Hakanı Mete Han’ın bu sözleri düşünen beyinler için ne ifade etmektedir?

Evet, devlet kurmada ve teşkilatlanmada mahir olunduğu açıktır. Ama kurulan bir devletin zaman içinde nasıl tüketildiğini bilebildiğiniz ve içinde bulunduğunuz şartlara ve onun baskılarına boyun eğip, korku ve kaoslara teslim olmadığınız zaman ancak sonsuz olursunuz… Bunun yolu da sadece 16 tane devlet kurmakla övünmek değil; 17.ye gelinceye kadar 16 devleti nasıl yıktığınızı bilmekten geçer!..

İngiltere neden kendisine yüz yıllardır, “üstünde güneş batmayan imparatorluk” der ve bunu sürdürmek için her şeyi yapar? Ya da Çin neden hâlâ üç bin yıl öncesinin Çin’idir; yıkıp yerine yeni devlet kurma ihtiyacı hissedilmemiştir ya da neden yıkılamamıştır? Bu sorgulanmaz da, Türkler, Hazar’ın kuzeyine ulaşan bir avuç atlının günbatımındaki sonsuzluğa baktığında gördüğü kızıl elma ülküsünün peşinde olduğu zaman neden ütopya ile suçlanır?.. Ya da bir Cumhuriyet dahi hazmedilemez?..

İngiltere daha tek basamaklı yüzyılların bir klan toplumu halinde iken (ki; bırakınız bir devlet olmaya ait kurum ya da öğelerin oluşturulması ve birleştirilmesini, yan yana yaşama bilincinin gelişmemişliği içinde iken, ancak kavimler göçü sonrası, 400’lü yıllarda ortaya çıkmıştır) devlet olma vasfını nasıl kazanmış, tüm dünyaya yayılan bir sömürge imparatorluğuna ulaştıran gücün üstüne ne ekleyerek devamlılığı sağlamıştır? Ya da, Çin’i binlerce yıldır Çin olarak hangi yönetim şekli ile olursa olsun, muhafaza eden sebeplerle, bizi 16 devlet kurmakla övünür hale getiren sebepler nelerdir?

Bu sebepler, Türk adının tarihle tanıştığı andan itibaren kimi tarihçiler tarafından beylik statüsünde sayılmasına rağmen gerçek birer devlet olan, küçük büyük, sayısı yüzlerle tarif edilen Türk devletlerinin, kuruluşundaki idealleri, gerçekleri, yaşam şekli ve amaçları unutturularak tüketilmesi ve bu tükenişin ardından gelen yıkılışları; ancak bunların ardındaki gerçek nedenleri bilinirse anlamak mümkündür..

Nedir bu unutturulan gerçekler? Üstü yalanlarla örtülen sebepler?

Bizi, niçin yıkıldıklarını hiç düşündürtmeden, 16 Devlet kurmakla övünür hale getiren nedir?

Eğer kurduğumuz devletleri nasıl tükettiğimizi bilirsek, neyle övünmemiz gerektiğini bileceğimiz kanaatindeyiz.

Türklerin tarih sahnesine çıktıkları ilk andan itibaren kurdukları devletler, bilinenin aksine, 16 değil, bu anlamda yüzün üzerindedir. Bu da demektir ki bugüne kadar tüketip yıkmayı başardığımız devlet sayısı da yüzün üzerindedir!..

Türk tarihi üzerine araştırma yapan tarihçilerin, genelde her biri mükemmel devlet yapısına sahip olan pek çok Türk devletini beylikler statüsünde görerek, sadece 16’sını büyük devlet statüsünde değerlendirmeleri de sorgulanması gereken bir tarihçilik anlayışıdır.

İşte olumluyu ya da olumsuzu, doğruyu ya da yanlışı ve bilmek istemediklerimizin üstünü örtme alışkanlığımızı terk etmedikçe, dünya tarihinde hiçbir milletin yaşamadığı bu tükenişleri hep yaşamak zorunda kalacağız. Çünkü; her unutturulan gerçek, bir sonraki devlette tükenişin tohumu olarak yeşerecektir!

Toplumun merkezi bireydir. Bireye unutturulan her gerçek, topluma unutturulandır… Bu sebeple bilebildiğimiz Türk devletlerinin neden yıkıldıklarını sebep ve sonuçlarını unutturmak yerine, öğretirsek, binlerce yıllık tekerrüre sebep olan ve adeta alışkanlık haline gelen yozlaşmaları daha iyi analiz edebiliriz.

Tarihin kayıtlarında Török-Türük-Türk adıyla boy gösteren ve bu milletin kurduğu bilinen ilk devlet (bize öğretilen) Büyük Hun Devleti olmasına rağmen, acaba gerçek böyle midir?

Büyük Hun devleti, milattan önce 204-210 yıllarında tekabül ederken bundan binlerce yıl önce doğuda Kingan dağlarından batıda Hazara, yukarda Sibirya’ dan Güneyde Karanlık dağlarına kadar Yenisey bölgesindeki Altaylarda, MÖ.1700 den önce, Tanrı dağları çevresindeki proto Türk dönemlerine ait bilgilerimiz çok kısıtlı olmasına rağmen, hareket halinde yaşayan Türk kavimlerinin kurdukları devletler ve yıkılış nedenleri, gerek destanlarda gerek son dönemlerde taşlarda elde edilen delillerle, varlığı inkar edilemeyen Türk devletleri olup, daha sonra kurulanlarla, aynı gerçeği yaşadıkları anlaşılmaktadır.

O dönemde Asurlular ,Urartular ,Kimmerliler ve Perslilerle mücadele edildiğine dair bilgiler vardır. Alper Tunga efsanesinin tarihte rol oynayan ilk Türklerden olan İskitlerin ön Asya’daki bu mücadeleleri ile bağlantılı olduğu iddaları da bunu göstermektedir.

Türk varlığının dünya sahnesinde rol aldığı, kimi eski kaynaklara göre 3 bin, daha sonra elde edilen delillere göre 5 bin yılı geçen bir zaman diliminde gücü, kuvveti, Töre’yi (yasa) sistem ve organizasyonu ifade eden kavramları içeren ve kelime olarak, Türük / Türk diye adlandırılan bu insanların kurduğu açık bir şekilde ve tartışmasızca bilinen ilk büyük devlet, Büyük Hun Devleti’dir. Tabi zamanla Hun’dan öncesi de araştırmalarla birgün mutlaka netleşecektir.

Çin yıllıklarında Şan-yu adıyla anılan Teoman’ın Çinlilerle mücadele ederek kurduğu ve oğlu Mete tarafından neredeyse eski Ogur, Isık gölü ile Mançurya’dan Aral gölüne ve Sibirya’dan Gobi çölüne kadar muazzam bir coğrafyada, devlet tesis etmiştir ve kendilerine (yay geren halk) yani Hun denmiştir.

İşte böyle bir devleti kuran büyük Hun Hakanı Mete’nin "Benden eğerimi isteyin vereyim, atımı isteyin vereyim, çadırımı isteyin vereyim, fakat vatanımdan hiç kimse bir karış toprak istemesin vermem” dediği bu muhteşem devlet neden yıkılmıştır?

"Toprak devletin temelidir. millete ait olan bir şey hiç kimseye verilemez" denilen bir kültürün, inancın, ve devletin tüketilmesi nasıl başarılmıştır? Ekonomisi genelde hayvancılığa bağlı birbirine akraba boylar halinde yaşayan ve savaş zamanı aniden toparlanma özelliğine sahip muazzam bir teşkilatlanmacı olan Hunlar, sadece kardeş kavgası ile mi çökmüştür? Ya da nedir bu kardeş kavgasını çıkaran faktörler?

İncelenirse görülecektir ki, Çin gibi yerleşmiş siyasi entrikaları ve yok etme kültürü olan bir devletin bu özelliklerine karşı da savunmasızdır aslında Hunlar... Bilinmesi gereken sadece bu da değil, bu fikir paralelinde Büyük Hun Devletinin devlet yapısındaki küçük memurların bir kısmının Çinli olduğu gerçeğidir ki, işte bu boylar arasında sistemli ve alttan alta küçük kışkırtma ve tahriklerle Hun Devletini meydana getiren boylar ve onların beyleriyle kurulan ilişkilere ve onlara verilen dış (Çin) destekler, önce ikiye ayrılmayı gerçekleştirmiştir. İşte bu ayrışma, devlet adına sonun başlangıcı olmuştur… İkiye ayrılan bir devlette Türkçe bilen, Türk gibi yaşayan ve Türklerden de elde edilen dostlar sayesinde ortak düşmanı bırakıp birbiriyle savaşan boylar yıkılmaktan kurtulamamıştır.

Ne ibret vericidir, önce ipeği, sonra yiyeceği, sonra kadınlarını veren Çinlilerin bütün bunları hangi amaca yönelik ve nasıl gerçekleştirdikleri düşünülmeden, sadece kardeş kavgası sebebine sığınılıvermiştir. Peki kardeş kavgaları niçin ve nasıl çıkmıştır? Bazılarının Çin’le işbirliği yapması nedir?.. Dün Çin, bugün Amerika!.. Ders almak istiyorsak, böyle düşünmek gerek!

Bu büyük tükenişin arkasından gelen ikiye ayrılışın doğal sonucu Aral gölü civarında kalan bölüm, tekrar ayağa kalkarak, Batı Hun İmparatorluğunu kurmuştur… Doğuda kalanlar ise, Mançurya’dan kuzey ipek yolu civarında kalanların tamamı Çin egemenliğinde yok olup gitmiştir. Çinin ipeklisine, kadınına ve Çinli gibi yaşama arzusuna yenik düşmenin sonucu Çin’in içinde yok olmakla gerçekleşmiştir. İşte görünür sebeplerin dışında aslında çok açık bir şekilde görünen, Çin kültürüne öykünmenin acı sonucu!

Öte yandan, Çin’in, Türklere karşı olan bu yıkma ve yok etme fikrinin nerden kaynaklandığı sorusu gelecektir akıllara?

Evet, o tarihlerde her yıkılış ve tüketme faaliyetinin ardında neden Çinliler vardı acaba?

Bunun Çin adına tek bir sebebi yoktur mutlaka... Ancak; en temel neden, Çin’in batı bağlantısını sağlayan ve o dönem ticaretinin can damarı olan İpek Yolu’nun Türklerin hakimiyetinde olmasıdır. Çin’in amacı ise İpek Yolu’na tek başına hakim olabilmektir Çinlilerin bitmeyen kızıl-elması da, hep bu olmuştur. Bu yüzden İpek Yolu üzerinde her ne ad altında olursa olsun her Türk devleti bu düşmanlığın sürekli muhatabı olacaktır. Çin’e Türkler tarafından yapılan saldırılar, ya da akınlar elbette sebeptir ama, bir politika olarak Çin’i özellikle Türkleri yıkmak, parçalamak, yok etmek ülküsüne odaklayan asıl sebep ipek yoludur. Çin, bununla baş edebilmek için özel politikalar geliştirerek, para, ipek ve kadınla kendine ittifaklar aramış, başarılı olamadığı anlarda ise, Çinli prensesler eş olarak sunulmuş, akrabalıklar aranmış, onların mahiyetinde yer alan yardımcı ya da hizmetli adı altındaki eğitilmiş casuslar yardımıyla beylerin yada hanların otağlarındaki insanların arasına nifak sokmak, karışıklık çıkarmak metodu kullanılmıştır.

Aslında dünya tarihinin değişmesine neden olan kavimler göçü hareketi bu büyük yıkılıştan sonra, İdil nehri ve kuzeyindeki havzada yaşayan Hunların Balamir Han’la birlikte batıya doğru hareketi ile başlamıştır. Bu harekettir ki Batı Hunlarını Avrupa’nın içlerine kadar çekecek ve Ildız hanla birlikte Cermen kavimleri ile mücadele başlatacak, devamında Batı Hunları, en büyük hanları Atilla ile Roma’ya kadar girecektir.

Roma’ya kadar giren bu büyük devletin Atilla’dan sonra, çökmesine esas sebep olarak iç karışıklıklar gösterilmektedir. Acaba yegâne gerçek bu mudur? Galya’ya, İtalya’ya, Bizans’a seferler yapıp ve tarihte Bizans’la ilk savaşı yaparak ilk barış antlaşmasını imzalayan Batı Hunları değil midir? Bu devletleri vergiye bağlayan ve kendisine elçi olarak Papa’nın gönderildiği bu büyük güce ne olmuştur da iç karışıklıklar elli yıl gibi kısa bir dönemde Batı Hunlarını yok etmiştir?

Bilinenin dışında Atilla’nın ölümü ile birlikte (ki; Atilla’nın şaibeli ölümü batılı tarihçilerle Türk tarihçileri arasında mutabakat sağlanamayan bir ölümdür) İrnek hanla yapılan mücadeleler Batı Hunlarının Avrupa’nın içlerine çekilmesine kadar sürmüştür. Daha önce örnekleri yaşanan olaylarda görüldüğü gibi İrnek komutasındaki boyların İdil havzasına dönmek yerine Macaristan ovalarına yerleşerek yurt tutmaya çalışması, Cermen kavimleri ile kaynaşıp; önce yaşam tarzlarını, sonra dillerini ve sonra da kültürlerini terk etmeleriyle sonuçlanmış ve böylece tarih sahnesinden silinmişlerdir.

Buradaki yok oluşu sadece Atilla’nın ölümüne ve ölümünden sonra doğan iç karışıklığa bağlamak, gerçeklerin üstünü örtmektir. Asıl iç karışıklığa neden olan mesele kimlik kaybı, kültür kaybı, dil kaybı, Cermen tipi hayata özenme ve bu özenmelere bağlı bazı dış yakınlaşmalar sonucu gelen tükeniştir!

Batı Hunları Avrupa’da tükenip giderken, Orta Asya’da (Türkistan’da) M.S 500’lü yıllarda gerçek anlamda ilk defa Türk adıyla anılan ve Bumin hanın önderlik ettiği, merkezleri Ötüken olan Göktürkler kendini gösterir. Ancak Bumin han daha devletin kuruluş yılı olan 552 de ölür ve kardeşi İstemi Hanın faaliyetleriyle Isık gölü ve Tanrı dağlarından Sasanilere kadar olan geniş bir coğrafyaya hükmederler.

Tarihler: M.S 582’ye geldiğinde, Göktürklerin Çin’in siyasi faaliyetleriyle Doğu ve Batı olarak ikiye ayrılmasını, Doğu’da İşbara han, Batı’da ise Tardu han ile yönetildiklerini ve bu parçalanmanın hemen ardından 630’larda doğu Göktürklerin, daha sonra ise 659’da batı Göktürkerin tamamen Çin hakimiyetine girip, 50 yılı aşkın bir sürü lidersiz, yönetimsiz kısaca fetret devri diyebileceğimiz belirsizliklerle dolu bir döneme girdiklerini gösterir!

İşte asıl incelenmesi gereken neden ve sonuç bağlantılarına en çok ihtiyaç duyulan gerçekler aslında bu dönemle ilgilidir. Bu kadar teşkilatçı bir devletin nasıl tükendiğine ait deliller de bizzat Çin kaynaklarında kendini gösterir. Öte yandan Türk milletini yıkmak için uygulanan yöntemler, Göktürk Yazıtlarının içinde açık bir şekilde ifade edilmiştir. Şöyle ki: ‘’Türk beyleri, Türk adını bırakmışlar, Çin beylerinin adlarını almışlar, Çin hakanına boyun eğmişler, elli yıl işlerini, güçlerini onlara vermişler", "Çin… küçük kardeş ve büyük kardeşi birbirine düşürdüğü için, bey ve milleti karşılıklı çekiştirttiği için, Türk milleti il yaptığı ilini elden çıkarmış, kağan yaptığı kağanını kaybedivermiş…" diye haykıran taşlardaki gerçek, Çin’in bir devletin yıkılabilmesi için ne kadar mükemmel bir kültürel yok oluş siyaseti izlediğini, Çin yıllıklarında üstü örtülemeyecek bir gerçek olarak ortaya çıkarmaktadır.

Bu kimliksizleştirme ve tüketme uygulamasına ve bu uygulamanın sonuçlarını gösteren en önemli bir delil de M.S 630’lu yılların sonunda, buna direnen bir avuç GökTürkün Çin’in başkentinde gerçekleştirdiği (ve bazı eserlerde Kür-Şad ayaklanması olarak anılan) ayaklanmadır ki; bu ayaklanmanın sonucunda ayaklananların tamamı uçmağa varmıştır. Mutlaka bunun dışında da hareketler olmuştur.

Bu çabalar sonuçsuz kalmamış ve Kutluk hanın Çin’le yaptığı bitmez tükenmez savaşlar sonucunda, ikinci Göktürk devleti kurulmuş ve 681’de Kutluk han, devleti derleyen toparlayan yeniden ayağa kaldıran anlamıyla (İlteriş) olarak ilan edilmiştir. Daha sonra, Bilge Han ve Kültigin Han devletin başına geçmişler ve tüm dönemlerin en başarılı devlet adamı Tonyukuk da o dönemin ünlü veziri olmuştur. Bilge kağan; Çin’deki asıl düşüncenin Türk neslini tüketmek olduğunu; "Çin kağanı, Türk kavmi onlara bunca işini gücünü verdiği halde, Türk kavmini öldüreyim, soyunu mahvedeyim, der imiş, mahvetmeğe yürürmüş".diyerek kendinden sonra gelenlere ibret olsun diye açıklamıştır. ( Orhun kitabeleri)

Yaşanılan acı, zulüm ve tükenişleri uzun bir fetret devri ile bizzat yaşayan bu eşsiz devlet adamları üstü örtülemesin diye gerçekleri taşlara kazıyarak kendilerinden sonra gelenlere bırakmışlardır!

Ne acıdır ki yazılanlar yine taşlarda kalmış ve söylenenler yine birer birer gerçekleştirilmiştir. Çinli gibi yaşama sevdasına kapılan beylerle yapılan mücadele kaybedilmiş, bu defa, bilinen sebepler o kadar açık olmasına rağmen kimliksizleştirme ve Çinleştirme gayretleri sonuç vermiş ve İkinci Göktürk devleti de (Kutluk Devleti) yıkılmaktan kurtulamamıştır.

Bilgelerin taşlara kazıdığı; "Ey türk budun! aklını başına topla, düşmanlarına kanma, birlik ve beraberlikten ayrılma, devletine sahip ol, sonra ölürsün ve bir daha dirilemezsin" feryadı duyulmamış; değil ibret almak, bu derslerin varlığı bile gelecek nesillere unutturulmuş ve yüzyılın başlarına kadar da unutulmuş olarak kalmıştır!

Unutulduğunun en açık göstergesi de, Uygurlarda, Avarlarda, Hazarlarda, Kıpçaklarda (Kuman) Türgeş ve Kırgızlarda aynı şeylerin bire bir tekrar tekrar yaşanmış olmasıdır..

Yüzyıllar önce ortaya çıkan Moğolistan adlı ülkenin sahip olduğu topraklar, herhalde bilinir ki, eski Türk yurdu, hatta başkent ve çevreleridir. O topraklarda, Kutluk Bilge-Kul Kaan tarafından kurulan güney doğuda Çinlilerle savaşan Uygur Devleti, (MS.940 MS.1210) Kırgız Türkleri tarafından adeta oba oba yok edilerek eşsiz bir coğrafyada Türk varlığını tüketmişler ve Moğolların eline geçmesine sebep olmuşlardır. Kaldi ki aynı Kırgızlar 920’lerde Kitanlara yenilmişler ve sonrasında Cengiz Hana biat eden ilk Türk kavmi olmuşlardır. Eşsiz bir medeniyete sahip olan Uygurları yok etmenin ve Ötüken’i yurt tutmanın Çinlilerle iyi geçinmekten geçmediğini, ancak Ötüken’in Moğollaşmasından sonra anlayabilmişlerdir. Ancak bu çare midir? Uygurlarda bu sonu hazırlayan asıl nedenler nedir hiç düşünülmüş müdür? Ya da yazısı ve dili Uygurca olan Cengizli devletinden nasıl Moğolistan oluşmuştur?

Araplarla Talas savaşını kaybeden ve ardından Tibet’ten istila endişesi yaşayan, Çin’in Tang hanedanından Su-tsun 'un, o dönemki en güçlü Uygur hanı Moyen- çor’ dan yardım istemesiyle, Moyen-çor bu yardım çağrısına olumlu bakacaktır. Bu yardım çağrısıyla, Moyen-çor Çine girecek, ittifak ve yardım adına Çin vergi vermeyi kabul edecek, binlerce top ipek ve bir prenses alınarak geri dönülecektir. Devlet güçlüyken sorun yoktur. Ancak Moyen-çor öldükten sonra yerine oğlu Bögü kağan geçecek ve yine, yardım için gittiği Çin’de, çok beğendiği, Mani dinini öğrenmek amacıyla beraberinde ülkesine dönerken Çinli rahipler getirecektir.

İşte baştan beri üstünde durduğumuz, kimliğini ve kültürünü kaybetme gerçeği burada da işleyecek, Bilge kağanın söylediği "Kağan bilge imiş, cesur imiş, buyrukları da bilge imiş, cesur imiş, beyleri de, kavmi de iyi imiş, böylece ülkeyi tutup töreyi düzenlemişler... Sonra kardeşler, oğullar kağan olmuş, küçük kardeş büyük kardeş gibi yaratılmadığı, oğul babası gibi yaratılmadığı için bilgisiz kağanlar tahta oturmuşlar, buyrukları da bilgisiz, kötü imişler” tesbiti gerçekleşecek ve Bögü kağanın kendisinin kabul ettiği Maniheizm, neredeyse Uygur-Türk ülkesinde resmi din haline gelecektir.

Savaşmayı ve hayvansal gıdaları yemeyi yasaklayan bu din, göçebe bir yaşam süren Türk-uygur boylarının yaşam kültüründe büyük değişiklik yapacak, zaman içinde, topluma kendi değerlerini unutturacak ve böylece Çin’in istediği olacaktır! Ardından her türlü hile ve desise kullanılarak, devleti yönetenler ile yönetim altındaki boylar arasına, akrabalık tesisi ile nifak sokulacaktır. 

Bu gayretler menfaat kaygısıyla, önce çözülmeyi, ardından kimlik kaybıyla gelen kardeş kavgalarını ve isyanları başlatacak, unutulan gerçek ve engellenemeyen son tükeniş olacaktır.

Bu sistemli çalışmayla, her yeni nesilde, unutturulan her gerçek, ardından daha gelişmiş bir metotla daha iyi uygulamayla, yeniden, unutanların karşısına çıkartılacaktır. Çin yıllıklarında ve Çinli hakanların kendilerine müttefik olarak kazandıkları Türk boylarının hanlarına yazdıkları mektuplarda anlatılan, saklanmaya gerek görülmeyen, en bilinen politikaları budur. Bu husus, Bilge kağanın ağzından "Çin kavminin sözü tatlı, ipeklisi yumuşak imiş; tatlı sözü, yumuşak ipeklisiyle uzak kavimleri aldatıp yaklaştırır imiş. Sonra da fesat bilgisini orada yayarmış, iyi, bilge kişiyi yürütmez imiş. Onun tatlı sözüne, ipeklisine kapılan çok Türk kavmi öldü" (Orhun abideleri) diyerek, unutulmasın diye tarihe not düşülecektir.

Ancak; korkulan olacak, zaman içinde insanlara ve toplum hafızasına çeşitli yollarla üstü örtülerek, unutturulan bu politikalar, her defasında yeniden kurulan her Türk devleti için şu ya da bu şekilde sonuç verecektir. Sonucu alınamayan durumlarda ise, en çarpıcı örnek Uygurlardaki gibi, yaşanacaktır.

Her tükenişin devamında, mutlaka Türklerin o teşkilatçı devlet yapısı devreye girecektir… Başkırtlar, İdil civarında Savarlar-Sibirler (=bugünkü Sibiryaya adını veren Türkler) Türgeşler, Karluklar da tarih sahnesinde rol alacaklar; ama ne hazindir ki hep aynı gerekçelerle tüketilip, tükenecekler ve egemenliklerini, bağımsızlıklarını ve bazen yurtlarını kaybedeceklerdir!

Batıya ve Anadolu’ya doğru göçlerin ve yurt arayışlarının sonucu, Horasan’dan Harzem’e kadar olan bölgede bugünkü Hindistan’ın Pencap bölgesi dahil olmak üzere Alp-Tigin tarafından kurulan Gazneliler, yine bir başka Türk boyu Selçuklular tarafından yıkılacaktır. Bu dönem Türklerin İslam dini ile tanıştıkları dönem olacak İslam’la ilk tanışan Kıpçaklardan sonra gerçek anlamda İslam dinini kabul etmiş olan Karahanlılar Bilge Kul Kadir Han tarafından doğu ve batı Türkistan’ın hakim olduğu topraklar üzerinde devletleşeceklerdir.

Genel olarak eski Türk devletlerinin yıkılış nedenlerini incelediğimizde; hemen hemen hepsinin; kültürel yozlaşma, kimliğini kaybetme, Çin tarzı yaşama öykünme, Çin’den eş ve hediye kabulüyle, dostlar ve müttefikler edinmeyle, usta Çin taktikleri karşısındaki kışkırtmalara kapılarak, diğer Türk boylarıyla ve dahası….baba, oğul ve kardeşler arasında çıkan taht kavgalarıyla, çıkarılan iç ayaklanmalardan, savaşlardan dolayı yıkılıp yok olduklarını görmekteyiz. Bu oyunun metodu da, şekli de hep aynıdır…

Sonuçlar mutlaka önemlidir. Ancak; bu sonuçlar kadar o sonuçları hazırlayan gerçek nedenler bilinmedikçe, aynı sonuçla defalarca karşılaşmak kaçınılmaz olacaktır…

Devam edelim. Sonraki yüzyılda, (MS.1040) Tuğrul ve Çağrı beylerin Anadolu topraklarını kapsayan Büyük Selçuklu Devleti ortaya çıkacaktır. Bu büyük devletin yıkılışı nasıl olmuştur peki? Her şey sadece taht ve Cengizliler ile toprak kavgası mıdır? Örtülen nedir?

Karahanlılar’dan başlayıp Selçuklulara uzanan dönemde artık devlet mekanizması üzerinde fiilî Çin etkisi kalmamış, İslam dini ile birlikte devlet kademelerinde Sasani (İran), Arap asıllı ve kökenli gerek memur gerek yönetim kadroları ihdas edilmiş, İslam dinini yayan ve İslama dair bilgiler veren bilgin ve fikir adamları bu defa İslam dini ile birlikte Arap ve Fars kültürünü yaymaya ve öğretmeye başlamışlardır. Yani bölge değiştiği için, Çin’in yerini Fars ve Arap almıştır.

Bunun doğal sonucu olarak hızla dilde bozulma başlamış, Türk töreleri terk edilerek Arap veya Fars kültürüne ait gelenekler yaşanmaya başlanmış, topluma Türk isimleri unutturularak, hakanlar seviyesinde bile Farsça ve Arapça isimler kullanılmaya başlanmış, kültürel yozlaşma devlet yönetimindeki çözülmeyi tetiklemiş, kuruluşundaki vasıflarını kaybeden Selçuklu, Moğol-Türk saldırılarına direnememiştir.

İnsanlara Selçukluyu yıkanın sadece bu Moğol-Türk saldırıları olduğunu söylemek, işte bu yönüyle gerçeklerin üstünü örtmekten başka bir şey değildir. Moğol saldırıları sadece sonu belirlemiştir. Halbuki o sonu hazırlayan nedenler başka kültürlere tabi olmak, inanç adı altında da olsa onları taklit etmek ve bunları yaparken kimliğini kaybettiğini görememektir!

Unutulmamalıdır ki başkasına benzemeye çalışan kişi, bir daha asla kendisi olamayacaktır.

Selçukluların yıkıntıları arasından gelen ve Edebali ile görüşmedeki belirtilere bakılırsa, muhtemelen henüz kimlik erozyonu yaşamamış olan Kayı boyu, yeni bir devletin temellerini atacak ve Osmanlı Devleti ortaya çıkacaktır. Tarih: 1299. Aynı Osmanlı, Karahanlılara ve Selçuklulara bulaşan kimlik erozyonunu Yıldırım Hana kadar pek yaşamayacak ve büyümeye devam edecektir. O dönemde, Türklerin makus talihi olan cihan hakimiyeti ülküsü yine iki Türk hakanını karşı karşıya getirecek ve Timur ile Yıldırım’ın karşılaşması, Türk Tarihinin Göktürklerden sonraki ikinci Fetret devrini başlatacaktır. İlginçtir, Yıldırım’ın yanındaki Türkmenler, Timur’un tarafına geçecek, Yıldırım çoğunluğu Sırp olan askerleriyle kalacaktır! Ancak Osmanlı, bununla son bulmayacak, toparlanacak ve yükselmesi İstanbul’un fethine kadar devam edecektir.

Tarihte bize Osmanlının çöküş ve yıkılışını anlatırken ne öğrettiler? Osmanlının çok geniş bir coğrafyaya yayıldığı, Avrupa ülkelerine verilen kapitülasyonlar ile farklı dinlerden ve farklı dillerden oluşan toplumu yönetmenin zamanla zorlaştığı iç ve dış düşmanlarla mücadeleyi ve nihayetinde, 1. Dünya savaşında müttefiklerinin yenilmesi ile yenik sayıldığı ve bu şekilde tarih sahnesinden çekildiği öğretilmedi mi ?

Evet, bunlar Osmanlı’nın çöküşünün nedenlerinden bazılarıdır. Ama acaba gerçekler bunlarla sınırlı mıdır? Hatta temel soru: 1. Dünya savaşında Osmanlı yenik mi sayılmıştır, yenilmiş midir.?

Çanakkale’de son bir gayretle yazılan destanla, Fahrettin Paşanın Medine müdafası ve bugünkü Irak’taki Süleymaniye’nin İngilizlere karşı savunulmasının dışında başarılanlar nelerdir? Bosna-hersek,Eflak-Boğdan, Balkan toprakları, Kafkasya nasıl elden çıkmıştır? Sarıkamış’ta, Bingazi’de, Derne’de, Yemen’de ne olmuştur? İşte tüm bu soruların cevabı da İstanbul’un fethinden başlayan bir süreçte aranmalıdır.

Fatih Sultan Mehmet Han İstanbul’u aldıktan sonra yüzyıllardır burada hüküm süren Doğu Roma’yı bitirmiştir. Ancak İstanbul alındığında yüzlerce yıllık birikim ve sisteme dayalı Roma devletinin idari yapısı fiilen mevcuttur. İşte Fatih Sultan Mehmet han o dönem için çok ileri sayılacak bir düşünce ile, Bizansa ait bu mevcut yapıdan ve kurumlardan yararlanmaya çalışmış ve bunları ıslah ederek Osmanlı devlet yapısına katmıştır. Büyük Selçuklu’da yapılan bu defa daha sistemli olarak Osmanlı’da yapılmaya başlanılmıştır.

Osmanlı giderek büyüyen bir devlet olmakla, bu büyümeyi besleyebilmek için ordu sisteminde en büyük değişiklik olan bir uygulamaya geçilmiş, devşirme yöntemi ile feth edilen topraklardan toplanan küçük çocuklar İslami bilgiler ve Türk geleneğinde eğitildikten sonra Yeniçeri olarak ordu sistemine dahil edilmişlerdir. Ancak ilerleyen yüzyıllarda yaşı daha büyük çocukların alınması kimliklerini bilen insanların eğitiminde yeterli dikkat ve özenin gösterilmemesi sonucu, Yeniçeri sistemi devletin başına bela olmuş ve bu sistemden yetişen ağalar ve paşalar tarafından devlet makamları adeta ele geçirilmiştir. İstanbul’un fethinden sonra askeri yapıdaki kısmî yabancılaşma, giderek devlet yönetiminde de kendini göstermeye başlamıştır.



Bu devlet yapısı içinde Türkler giderek sadece savaşmaya yarayan ve genelde ekonomik gücü olmayan, ikinci sınıf vatandaşlar durumuna düşürülmüş, çeşitli ayrıcalıklara sahip olan Rum ve Ermeni tebanın önü daha da açılmıştır. Bu süreçte; genellikle, mali yapı Rumların, idari yapı Ermenilerin insiyatifine geçmiştir. Fatih, bu unsurlara bir yenisini eklemiştir. Avrupa’da Hıristiyan engizisyonunda yok edilmek istenilen Yahudiler, Osmanlı’ya alınmıştır.

Büyüme ile birlikte gelen diğer sebeplerden göz ardı edilemeyecek kadar önemli bir olgu da kültürel çözülme ve yozlaşmadır.Yavuz Sultan Selim Hanın Mısır seferi sonrası, aynı Karahanlılar ve Selçukluların başına gelen kültür çözülmesi ve kimlik kaybı Osmanlı’da da büyük mesafe kat etmeye başlamıştır. Yavuz Sultan Selim Han tarafından Arabistan ve Mısır seferi sorası oradaki bazı kutsal eşyalarla birlikte İslam’ın ileri gelen bilginleri ve ailelerinin İstanbul’a taşınması ve iskan edilmesi sonucu, Selçukludaki gibi İslam dininin öğretilmesi ile birlikte Arap ve Fars kültürünün kültür olarak benimsenmesi sürecini de güçlendirmiştir. Ve ne yazık ki; sanki, İslam dininin gereğiymiş gibi, Farsça ve Arapça’nın dili yanında, kültür özelliklerinin de kabulü yönünde çabalar ağırlaşarak sürmüş, Osmanlı Devletini Türk Milletinin kurup, yaşattığı ve bir Türk Devleti olduğu gerçeği sistemli bir şekilde örtülerek adeta unutturulmuştur. İslam adına fetva veren din adamları İslam’ın tüm insanlığa olan özelliğini, yani Ümmetçilik kavramını ısrarla önde tutarken, İslam dininde millet kavramı olmadığını savunmuşlar ve ısrarla bazı gerçekleri bilerek yada bilmeyerek, ama sistemli bir şekilde, örtme yoluna gitmişlerdir.

Okuma yazma oranının çok düşük olması ve herkesin, her şeyi, din adına fetva verenlere sorması yüzünden bu sorulara cevap verenler tarafından, Kuran-ı Kerim’in Hucurat suresi 13.Ayetinde açıkca “Ey insanlar, Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışanız diye sizi milletlere, kabilelere ayırdık. Haberiniz olsun ki, Allah katında en şerefliniz, en takvalınızdır. Muhakkak ki, Allah, bilendir, herşeyden haberdardır”….diyen hükmünün birinci kısmında insanların kavimler halinde (millet) yaratıldığı gerçeği özellikle örtülerek, sadece takva (ümmet) kısmı gündemde tutulmuş ve millet kavramı hep yok sayılmıştır.



Bu ve benzeri çalışmalar bilhassa din adamları ve aydınlar tabakasından başlayan hızlı bir kimlik erozyonuna sebep olmuş, Türk dili Osmanlıca adı altında ağdalı bir hale getirilmiş ve bu dilin çok uluslu, çok kültürlü ama içinde Türklerin ikinci sınıf insan, (reaya) olarak görüldüğü bir toplum oluşturulmuştur. Ancak yönetimin bu kadar yozlaşmasına karşılık Anadolu kendini korumuş ve o Anadolu’dan bir kurtuluş destanı yaratılmıştır!

Osmanlı Devleti yönetiminin bir yönde yaşadığı durum böyle iken, diğer taraftan batılılaşma adına Avrupa hayranlığıyla yoğrulan kitleler yaratılmıştır. Türk töresi unutturulmaya, milli kimlikten uzaklaştırılmaya çalışılmış, batılı olmak ve batıya ulaşmak adına, aslında Batı taklidi olmaktan öteye geçilememiştir. Batı özentisi olarak yaşayan ve düşünen tipler, tarihi ve tarihte yaşanılan gerçekleri unutmuş, geçmiş adına her ne varsa terk edilmeye çalışılmıştır. .

Avrupa'ya hayranlık duyup, ona benzemek adına Avrupa’yı örnek alanlar, iddialarının aksine, bilim ve teknik alanında değil, kültür ve siyasette, taklitten öte gidememişlerdir. Avrupa'ya eğitim için gönderilen öğrencilerin çoğu, kendi ülkelerinin içerisinde bulunduğu sorunların gerçek sebeplerini unutarak, cazibesine kapıldıkları şekilciliği ülkelerine taşımışlardır. Devşirme metoduyla bünyeye alınan ve zaman içinde yetki kazanan bürokratlar, kendi çıkarlarını halkın ve devletin çıkarlarından üstün tutmaya başlamışlar ve Batı hayranı gazeteciler ya da yazarlar eliyle, geleneklerle alay eden tiyatro eserleri, Türk kültürü ile alay ederek, hesaplaşma iddiasında makaleler, hikayeler ve romanlar yazılmaya başlanmış; Türk olmak, horlanarak küçültülmeye, aşağılanmaya çalışılmıştır. Üst bir makam için, yeterli olmayanlarda bu şekilde makam ve rütbe kazanmak bir metot haline gelir.

Durum artık, o kadar ümitsiz olmuştur ki:, Katip Çelebi, “Kişinin ihtiyarlığına alamet, saç ve sakal ağarmasıdır. Devletin kocadığına alamet de, devleti yönetenlerin, saltanata ve süse düşkünlüğüdür. ki bu, açık bir çöküntü eseridir. Devletlerin hayatında, duraklama devresinden sonra bu devre gelir. Refah, süs ve lükse rağbet fevkalade artar. Eski hayat tarzı beğenilmez, terk edilir. Herkes şanını ve ününü artırmak hevesine düşer. Herkes her makama geçmeye başlar. En yüksek makam ve ünvanlar, belli vasıflar aranmaksızın dağıtılır. Zevk ve rahat, keyif ve konfor, vazgeçilmez örf ve adetler haline gelir, tabii görünür” diyerek gelinen noktayı şiddetle eleştirmiştir. (Takvîmü't Tevârih)

Avrupalı olma sevdasındaki bu kadroların attıkları her adım, batı adına, daha farklı, ancak ülke adına, daha büyük erozyona yol açan yasaları getirmiştir. İşte bu ortamda, Osmanlıyı kendi içinden vuracak insanlar yetiştirmek artık kolay olmaya başlamıştır. Fransa ve İngiltere’de eğitilen ve çeşitli Türk- Osmanlı düşmanı odaklarca desteklenen insanlar, kolayca bulunur olmuştur. Onlar batılılaşma adına Avrupa'nın çıkarlarına hizmet edecek birer nefer olarak yetiştirilmişlerdir. Sonuçta gelinen nokta, “Her Şeye Rağmen Batılılaşma” adı altında Tanzimat dönemidir artık…. Ancak; Tanzimat adı altında, ıslah çabaları sonuç vermemiştir. Ne var ki bu noktada da devletin yıkılması, genellikle savaşlara ve dış devletlerin çabalarına bağlanmış, ancak bu sonu getiren nedenler örtülüp, unutturuldukça aslında, devlet tükenmiş ve tüketilmiştir.

Batı hayranı düşünce ve değerlerle eğitilip, yetiştirilen kadroların sebep sonuç ilişkisi ile geldikleri noktalarda, elbette başka kültürlere öykünen ve kimliğini kaybeden insanlar olmaları ve bunun tabii sonucu olarak, elbette bu kadar büyük bir coğrafyanın yönetimde aksaklıklar doğması olağan sonuçtur. Varlığı bilinen ve nedense örtülmesi tercih edilen bu sebepler, zaman içinde kimlik erozyonuna uğramış kişileri vezir ya da paşa ünvanlarıyla idari mekanizmanın üzerine taşımış ve onların uygulamalarıyla, kaçınılmaz son bu şekilde başlamıştır.

Yukarda yaklaşık 5 bin yıllık tarihin, belirli bölümlerini kısmen incelemeye çalıştığımız ibret verici, ama üstü hep örtülen gerçeklerle, bugün de örtülen ve unutturulmaya çalışılanlar aynı şeyler değil midir? Sadece aktörleri değişen bir perdelik oyundur aslında hep sahneye konan…

“Her şeye rağmen Batılılaşma” adı altında, ne istenirse istensin, mutlaka Avrupalı olmak iddiası ve yine bir Avrupa projesi olan Tanzimat ile, günümüzdeki Avrupa Birliğine girmek için yapılan ısrarlı çalışmalar, acaba nasıl örtüşmektedir? Bu husus, binlerce yıllık tarihin süzgecinden gelen şu gerçekler ışığında, acaba düşünen beyinlere ne ifade etmektedir. 

Bilge Kağan, Orhun Yazıtlarında: “Ey Türk, Oğuz Beyleri, işitin, üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe: Türk milleti, senin devletini ve yasalarını kim bozabilir?” derken, milletine ve onun tarihine olan derin inancı, sonsuzluğu, unutmazsa tükenmeyeceği gerçeğini, ne kadar güzel ifade etmektedir. Ya da Bilge Kağan’dan bin üç yüz yıl sonra da aynı şekilde Mustafa Kemal’in; “benliğini bilmeyen milletler başka milletlerin avı olmaya mahkûmdur” dediği gibi!..

Gerçekleri unutturmaya çalışanların şu ya da bu isimde olması, varolan mutlak gerçeğin kendisini değiştirmeyecektir.

Milletlerin de tıpkı insanlar gibi, kendi geleceğini şekillendirme ve yön verme iradesi vardır. Bunu da insanda hafıza, millette ise, toplumsal hafıza gerçekleştirir. Bu sebeple hafızaların zorlanması, kendini bilmesi gerekir.

Kaoslarla, korku ve gelgitlerle, olmayacakları olur yaparak, hep ne diyecekler endişesi içinde ideallerini gerçekleştirmek ve yaşamak istemeyenler, kendilerine dayatılmış, şartları gerçek zannedenler, sonsuzluğu, gerçeği ve doğruları, kendi iradeleriyle kaybedenler; ister insan olsun, ister onun örneğinde millet olsun, er geç tükenecek, kendine toplumun o günkü gerçeği olarak gösterilen üstü örtülmüş yalanlar ve o korkuyu besleyen güçler tarafından kimliği unutturularak, eninde sonunda yok edilecektir!

 

 

 

 
 
   
3 ziyaretçi
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol